Kürk Mantolu Madonna

Kürk Mantolu Madonna

26 Kasım 2012 Kapalı Yazar: Erkan Erkut

Uzun zamandır böylesine etkileyici bir kitap okumamıştım. “Kürk Mantolu Madonna”yı elime aldığımda bu kadar sağlam ve etkileyici roman kahramanlarını bulabileceğimi ummuyordum doğrusu. 160 sayfalık bir romanın (Sabahattin Ali’ye göre uzun hikaye) bir başyapıt olabileceğini hiç beklemezdim. Böyle bir kitabın Türk edebiyatına ait olduğunu bilmek ise ayrıca gurur verici ve ayrıca Sabahattin Ali’nin kıymetini geç anlayanlar kervanına da katılmış oldum böylelikle.

Bu güzide romanın harikuladeliği ile ilgili ne söylense eksik kalacaktır. Her paragrafından, her satırından müthiş çözümlemeler çıkıyor. Mesela;
“Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum.”

“… insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabii görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsali idi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır…”

Sabahattin Ali, Kırklareli sınırından ülkeyi terk etmeye çalışırken öldürüldüğünde, cebindeki küçük bir not defterinin sayfalarının birinde “Maria Puder öyle ölmedi” yazıyormuş. Ben öncelikle, Maria Puder gibi bir karakterin gerçekten varolduğunu düşünmek isterim. Her erkeğin aşık olmaktan kurtulamayacağı bir kadın O. Fakat şimdi bu etkileyici sözün bende başka bir intiba yarattığını belirtmek isterim. “Maria Puder öyle ölmedi” notundan haberdar olmadan önce kitabı okurken, belirli bir aşamasına geldiğimde aklımda şöyle acımasız, melankolik bir senaryo şimşek gibi belirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, -haddim değil ama- bu kitabın yazarı ben olsaydım, romanı Maria Puder’in hastaneden çıkıp evine yerleştiği o bölümden sonra başka türlü devam ettirirdim. Aklıma gelen devam senaryosunu ve nedenlerini de sıcağı sıcağına belirtmek isterim.
Bana göre Maria Puder, yukarıdaki alıntı paragraflarda ve kitabın diğer birçok bölümünde olduğu gibi kendisini tutkulu bir kadın olarak göstermiştir. Dolayısıyla Mehmet Raif’i mantığıyla dahi olsa sevebileceğini düşünmüyorum. (Kitabın bir bölümünde Raif’e “Seni sevmiyorum” dahi demişti. Bunun gerçekçiliği de tartışılabilir elbette ama doğru olma ihtimalini ele alıyorum).
Her neyse, Maria Puder hastaneden kalkıp evine yerleştiğinde üzerinde bir durgunluk vardır. Mehmet Raif’in tutkusunu ve ona karşı yumuşak başlı davranışlarını görünce gözyaşları içinde kalmaktadır kimi zaman. Gerçekten sevildiğine kanaat getirir ve Mehmet Raif’in öğle öncesi fabrikaya çalışmaya gittiği günlerden birinde onu durdurup yanında kalmasını ve hiç ayrılmamasını rica eder. “Bensiz olamazsın sen Raif” der; “Artık seni yalnız bırakamam” diye ekler. Ve ilerleyen dakikalarda şöyle bir konuşma yapar;

“…’şimdi aramızda neyin noksan olduğunu biliyorum’, dedi. Bu eksik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış… Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum…  Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum… İçimde müthiş bir arzu var… Bir iyi olsam!.. Ne zaman iyi olacağım acaba?..”

Bana öyle geldi ki, Maria Puder de, tıpkı Mehmet Raif’in o anda içinde bulunduğu durum gibi bir duruma düşmüştür, Raif’le tanışmadan evvel. O da tıpkı Raif gibi, tutkuyla birine aşık olmuştur. O’nda arzu ettiği yakınlığı, samimiyeti veya gerçek aşkı göremeyen Maria Puder hayata ve erkeklere karşı kırgın bir tavır içine girmiştir. Aşkı ve tutkunun her zaman karşılıklı olamayacağını görmesi ve düşünmesi onu bu düşüncelere sevk etmiştir. Dolayısıyla, Mehmet Raif’e karşı duyduğu yakınlık, aslında kendi kırık kalbine takındığı bir tavırdır.

Maria Puder, Mehmet Raif’i terk ederse, onun da kendisi gibi kırık bir kalple dolaşacağını bilmektedir. Maria Puder, aşkın imkansızlığına boyun eğmemek için, Mehmet Raif’e sevgiyle bağlanacağını belirtmiştir. Evinde hasta yatarken farkettiği aslında budur bana göre.
Maria Puder, “Kırık Kalpli Madonna”dır aslında. Mehmet Raif’in resim sergisinde seyrettiği o hüzünle karışık güzelliğin yansıması da budur. Fakat bana göre, Sabahattin Ali, bu melankoliyi kitabına yansıtmaktan vazgeçmiştir. Bunun birçok nedeni olabilir tabii. Ama Maria Puder’in, Mehmet Raif’in de daha önce belirttiği gibi annesine benzeyen bu kadına ihtiyacı vardır. Hatta, Raif ve Maria Puder ilk tanıştıklarında, Maria şöyle demiştir Raif’e; “Senin bir sevgiliden daha çok bir anneye, bir ablaya ihtiyacın var…”
Evet, Maria Puder yani Kürk Mantolu Madonna, aslında aşkın olanaksızlığı karşısında ayakta kalmaya çalışmış, tutkulu bir aşkının diyetini ödemiş ve Mehmet Raif kendisini ona adadığını zannederken, aslında O, kendisini Mehmet Raif’e adamış, büyük bir roman karakteridir, insandır bana göre.
Fakat henüz kitabı okurken bile böyle bir senaryoyla karşılaşacağımı düşününce yüreğim sızlamış, vicdanım paramparça olmuştu. Sonrasında, romanın  başka türlü ilerlediğini görmek içimi rahatlatmıştı tabii. Sanki, Sabahattin Ali sesimi duymuştu o anda. Bu vahim vaziyetin yazıya dökülebilaeceğini hissettirmekle yetinmiş ve aslında büyük bir iyilik yapmıştı bizlere.
Kitabın arka kapağında da şöyle yazar; “Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor”.
Dolayısıyla, “Maria Puder öyle ölmedi; Sabahattin Ali ölmedi”…